PROF. DR. MUHSİN MACİT'LE GELENEKTEN GELECEĞE
Vedat Ali TOK-BERCESTE
Sayın Macit, edebiyatın, şiirin toplum hayatındaki
etkisi nedir, diyerek başlayalım söze. Özellikle şiirin
millet hayatında sosyal anlamda etkin bir rolü var
mıdır?
Şiir, dilde var olur. Dilin toplum hayatındaki yeri, bu
konularda kafa yoran herkesçe bilinir. Şiirin millet
hayatında, özellikle Türk milleti için, ayrıcalıklı yeri
var. Biraz Yahyâ Kemâl’e özenerek söylersem, denilebilir
ki şiir, milletimizin duyuşunu deyiş haline getirdiği en
eski ve etkili ifade biçimidir. Sözlü gelenekten tutun
yazılı iletişimde, sözlük ve ilmihal bilgilerinin
aktarımında da manzumeden yararlanıldığını biliyoruz.
Fakat, eski zamanlarda şiirin üstlendiği pek çok görevi,
bugün nesir ve elektronik iletişim araçları üstlenmiş
durumdadır. Şiir, denilebilir ki şimdi aslî görevini
yüklenmiştir.
Bazı çevreler, Divan edebiyatını halktan uzak olmak,
özellikle halkın problemlerini dile getirmemek gibi
ithamlarla yargılamaktadır. Esasında edebiyatın böyle
bir görevi var mıdır? Yani şair/yazar halkın
problemlerini dile getirdiği zaman mı gerçek şair/ yazar
olur? Şair/yazar, üst makamlara dilekçe yazan bir
istidacı mıdır?
Divan şiirine ilk ve en ciddi eleştirileri yöneltenler,
o kültürün içinden gelen insanlardı. Bu, esasen divan
şiirinin bizatihi kendisiyle ilgili durum da değildi.
Türk toplumundaki Osmanlı imgesiyle ilgiliydi. Osmanlı
kültürüyle yetişen aydınlar batıyla yüz yüze gelince
kendi geleneklerini kıyasıya eleştirdiler. Öte yandan
geleceğiyle ilgili ince hesapları yüzünden geçmişe
sövmeyi marifet sayanları mı dersiniz, bir divanı baştan
sona okumadan uzman olanları mı dersiniz, değil ki şiir,
ömrü boyunca bir tek hikmetli söz söylememiş gösteri
budalalarını mı dersiniz bir sürü alık tarafından divan
şiiri taciz edildi. Fakat, gelin görün ki tamamı köy
kökenli ve tabiatıyla muhafazakâr okur-yazar kesim divan
şiirini savunmaya yeltendi. Öyle ki akademik hayatının
bilhassa ilk yıllarında divan edebiyatının sosyal
hayattan kopuk olmadığını kanıtlamak üzere bir yığın
lakırdıyı kocaman hüküm cümleleriyle bağlamayan
meslektaşım yok gibi. Ortada trajik bir durum var. Hani
Türk filimlerinde olur ya; eski alımlılığını kaybettiği
için aldatılan hanımefendiye kâhyanın oğlunun sahip
çıkması gibi. Giderek taşlar yerine oturuyor ve estetik
kabuller öne çıkıyor.
Klâsik edebiyatımız üzerinde akademik anlamda araştırma
yapmak isteyenlere bir zamanlar sadece metin neşri
yaptırıldı. Günümüzde de bu durum devam etmekle birlikte
bazı üniversitelerde daha değişik çalışmalar yapılıyor.
Bu edebiyatın gerçekten sevdirilmesi adına sizce ne tür
faaliyetlere yer verilmeli?
Şu anda üniversitelerde ve üniversite dışında yapılan
çalışmalara ilişkin ironik bir yazı yazmıştım. “Divan
Şiiri Muhipleri Cemiyetini Kursak mı?” başlıklı bu yazı,
Dergâh’ın 168. sayısında yayınlanmıştı (Şubat 2004).
Orada kendi çalışmalarımı merkeze alarak biraz mevcut
durumla dalga geçmiştim. Fakat kimse üstüne alınmayınca
sırf kendisiyle alay adan bir adam durumuna düşmüş gibi
hissettim. Aslında divan şiirini sevdirmek veya nefret
ettirmek için değil, anlamak için yeni eleştiri
yöntemlerinden yararlanarak metinler üzerinde durmak
zorundayız. Çünkü bence bir şeyi başka birine sevdirmek;
içinde şiirle ilgisi olmayan sevimsiz çağrışımlar,
cevabı müşkül sorular barındırmakta. Şahsen benim divan
şiirini yeni nesillere sevdirmek ve vakti zamanında
divan şiirine yöneltilmiş eleştirilere cevap vermek gibi
bir derdim yok. Divanlar ortada. Varsın, herkes
istediğini sevsin, Necâtî’nin dediği gibi: Kimi üzümün
suyunu sever kimi dânesin...
Bir soruşturmaya verdiğiniz cevapta: “…Klâsik edebiyat
ürünlerinin günümüz insanıyla bir şekilde buluşması
lâzım. Bunun en etkin yolunun yeni edebiyat ürünleri
aracılığıyla olacağı kanısındayım. Doğrusu klâsik
edebiyat ürünleri ancak yeniden inşâ ve üretimlerle
günümüzün ve yarının okuyucularıyla buluşabilir.”
diyorsunuz. Bunu biraz daha açar mısınız? Yani klâsik
ürünler sâdeleştirilerek mi, değiştirilerek mi,
uyarlanarak mı nasıl ulaştırılmalı günümüz okuyucusuna?
Her sâdeleştirmenin, uyarlamanın… eserin orijinaline
getireceği tahribatı da düşünüyor ve üzülüyorum. Bunun
başka yolu olamaz mı? Meselâ bırakın klâsik bir
mesneviyi, Yahyâ Kemâl’i, Mehmet Âkif’i nasıl yeniden
inşâ edebileceğiz?
O söyleşide ifade ettiğim şudur: Eski metinleri anlamak
ve yeniden üretmek zorundayız. Öncelikle şairlerin,
sanatçıların böyle bir yükümlülüğü var. Akademisyenler
ancak bu metinlerin daha iyi anlaşılmasına katkıda
bulunabilirler. Yahyâ Kemâl’i yeniden inşâ etmeyeceğiz;
onun divan şiirini nasıl dönüştürdüğünü anlamaya
çalışacağız. Mehmet Âkif’in, Yahyâ Kemâl’in şiirini ne
sadeleştirelim ne de uyarlayalım. Sadece okuyalım.
Sanatkârlar da kendilerine şunu sorsunlar: Yahyâ Kemâl
bugünden geriye baksaydı neler yapmaya çalışırdı? Herkes
kendi birikimine, mizacına ve meşrebine göre bu soruya
vereceği cevap doğrultusunda bir yol, yordam
belirleyebilir.
Güzel olan her şey devam eder. Güzel olanın süreklilik
arz etmesi gerekir. Siz, “Gelenekten Geleceğe” isimli
bir de kitap yazdınız. Bu kitabınızda günümüzden 13
güçlü şaire yer veriyor ve bunların asıl gücünü de
esasında gelenekten aldığını söylüyorsunuz. Peki, Divan
şiirinde estetik, güzellik vardı da niye buna tavır
alındı? Bu soruyu hem Tanzimat dönemi hem de günümüz
açısından değerlendirebilir misiniz?
Aslında tavır sadece divan şiirine değil, Osmanlı
imgesine. Osmanlı imgesi son yıllarda ilginç bir
dönüşüme uğruyor. Osmanlı imgesine yüklenen dışlanmış,
muhafazakâr-gerici vurgusu, giderek yerini
çağdaş-ilerici bir vurguya bırakıyor. Bir de şunu
unutmamak lazım: Dil, geleneği doğal olarak taşır.
Gelenek, büsbütün terk edilemez. Kaldı ki Osmanlı
şiirinin sesi, ritmi pek eleştirilmemiş, hep taktir
edilmiştir. O yüzden yetişme çağlarında o sese kulak
verenler, daha sonra hep o ritmi hatırlamışlardır.
Divan edebiyatı ile devam edelim isterseniz. Bu
edebiyatın Osmanlı döneminin yükselişine paralel bir
şekilde 16. yy.da altın çağını yaşadığını biliyoruz.
Derler ki edebiyatla toplumsal hayat (siyasî, kültürel,
ekonomik vs.) arasında sıkı bir ilişki vardır. Divan
edebiyatı şiir ağırlıklı bir edebiyat olduğu için
özelleştiriyorum, acaba şair huzurlu, zengin, rahat
olduğu zaman mı güzel ürünler ortaya koyabiliyor? Öte
yandan Divan şiirinin en büyük şairi diyebileceğimiz bir
Fuzûlî, İstanbul (Pây-i taht)’dan uzakta, tâ Bağdat’ta,
tam anlamıyla yoksulluk içindeyken bu zirveye nasıl
ulaşabildi? Sizin ilim adamlığınızın yanında bir
sanatkâr, bir şairlik sıfatınız da var. Duruma bu açıdan
değerlendirir misiniz?
Sanat, belli bir konfor ister. Osmanlı devlet
adamlarının sanatkârları himâyesinin sebebi de budur.
Patronaj, Osmanlı’da bir bakıma kurumsallaşmıştır.
Toplumsal refah ve siyasal istikrarla sanatsal üretim
arasında kurduğunuz paralelliğe katılıyorum. Fakat,
Fuzûlî’nin şiirlerine, Şikâyetnâme’ye bakarak yoksulluk
içinde yaşadığını varsaymak doğru değil, bence.
Fuzûlî’nin yaşadığı bölgede siyasal istikrar yok;
Akkoyunlular, Safeviler ve nihayet Osmanlıların
yönetimine geçen bir coğrafyada Fuzûlî’nin,
sanatkâr-yönetici ilişkisi açısından model oluşturan
Nevâyî-Baykara, Bâkî-Kanunî, Nedîm-III. Ahmet, Şeyh
Gâlip-III. Selim ilişkisine benzer bir himâye görmediği
doğrudur, ancak yoksulluğa düşecek kadar himâye
görmediğini ileri sürmek mümkün değildir.
“Gelenekten Geleceğe” zevkle okuduğum bir kitap oldu.
TYB’nin isabetli bir kararı ile edebî tenkit ödülü de
alan bu kitabınızla ilgili sormak istiyorum: Bu kitabı
yazarken, böyle bir ödülle karşılık bulacağını tahmin
ediyor muydunuz? Bu ödülü aldığınız zaman neler
hissettiğinizi bizimle paylaşır mısınız?
Ödül alacağını tahmin etmiyordum. Teveccüh gösterdiler.
Doğrusu sevindim, tabi. Ancak, şunu da ifade edeyim: O
kitapta şiirini incelediğim şairler, güzel tesadüflerle
eserleriyle karşılaştığım, şiirlerini severek okuduğum
ustalarımdı. Yani bir bakıma o kitap, bir vefa borcunun
ifadesidir.
Yine aynı kitapla ilgili konuşalım. “Gelenekten
Geleceğe” isimli eserinizin 19. sayfasında “…divan
edebiyatında müşterek bir hayal dünyasından bahsetmek
mümkün olduğu hâlde, modern Türk şiirinde ortak bir imaj
dünyasından söz etmek imkânsızdır.” diyorsunuz.
Günümüzdeki bu imaj farklılığını şiir için bir zenginlik
mi yoksa günümüz şiiri adına bir çözülme, daha doğrusu
bozulma olarak mı değerlendiriyorsunuz?
Hayır, bir zorunluluk olarak görüyorum. Zihniyetin
sanata yansıması böyle olmuştur. Buna müdahale
edemezsiniz.
Akademik anlamda kendilerine bir yol çizip, epey de bir
mesafe kat eden ilim adamlarının çoğu, artık sadece
kendi alanlarında yoğunlaşırken, siz farklı bir portre
ile çıkıyorsunuz karşımıza. Örneğin sadece klâsik
edebiyat ile ilgili çalışmalarla kalmıyor, günümüz
edebiyatını tâkip ediyor; hikâyeler, şiirler
yazıyorsunuz. Özellikle hikâye ve şiiri sizi dinlendiren
bir sanat alanı, bir hobi olarak mı görüyorsunuz, yoksa
âdeta sizinle bütünleşen gelenekten geleceğe kültür
mirasının nasıl aktarılması gerektiğinin canlı bir
temsilcisi olma mücadelesini mi vermek istiyorsunuz?
Doğrusunu isterseniz kendime böyle bir rol biçmiş
değilim. Fakat, ben Türk Dili ve Edebiyatı Bölümüne
öğretmen şairlere öykündüğüm için gittim. Şu anda
yaptığım da odur. Akademisyenlik şiiri öldürür, derler.
Oysa bakıyorum Behçet Necatigil’in şair olarak yaptığı
çalışmaların dışındaki eserleri bugün akademisyenlerin
yaptıklarından daha çok ve önemli. Galiba bizler fazla
bir şey yapmadan sırf unvanlarımıza yaslanarak çok
önemli şeyler yapıyormuşuz izlenimi uyandırmak
istiyoruz. Oysa yapılanlar ortada. Yaşayan edebiyatı
bilmeden, takip etmeden divan şiiriyle uğraşmak biraz
eski şiirin hüner tarafını öğretir insana. Hepsi o
kadar.
Erzurum en eski kültür merkezlerimizden olan bir şehir.
“Erzurumlu Zihnî Dîvanı”nın önsözünde de belirttiğiniz
gibi, bu yörede yetişmiş birçok ilim adamı ve şair
olmasına rağmen Nef’î ve İbrahim Hakkı Hazretleri
dışında çok kimse adını duyuramamış; birçok şair
tezkirelere bile girememiş. Fakat Erzurum’un şiire,
âşıklığa yatkın bir coğrafyası ve kültürel bir alt
yapısı olduğunu biliyoruz. Yetişmenizde, özellikle
şairliğinizde, Erzurum’un etkisi üzerine neler
söylersiniz?
Erzurum, gerçekten kültürel dokusu hissedilen
şehirlerden. Fakat, ben o kültürün içinde büyümedim.
Benim doğup büyüdüğüm Çoruh havzasında öyle bir atmosfer
yoktu, şimdi de yok. Bizim oralarda bir nebze Sümmânî
muhabbeti vardır ama onu da ben çok geç fark ettim.
Edebiyata yönelişimde Erzurum’daki kültürel havadan çok,
büyük ağabeyim Prof. Dr. Nadim Macit’in dolaylı etkisi
vardır. O, lisedeyken çok okurdu ve farklı yazarları
okurdu.
Sezai Karakoç’un, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerini ilk
defa onun kitapları arasında gördüm. Nihal Atsız’ın
Yolların Sonu adlı kitabındaki şiirlerin çoğunu, daha
şairinin kim olduğunu bilmeden onun sayesinde
ezberlediği hatırlıyorum. Dolayısıyla edebiyata
yönelişimde ağabeyimin dolaylı etkisinin olduğunu
söyleyebilirim.
Daha, çok genç denecek yaşta, Gaziantep Üniversitesi
Eğitim Fakültesi dekanı oldunuz. İlim âleminin sizden
daha büyük, daha çok beklentileri var. Gelecek için
tasarılarınız üzerinde konuşmak ister misiniz?
Bu söyleşi yayınlandığında muhtemelen dekanlık sürem
dolmuş, görevim sona ermiş olacak. Kadromun bulunduğu
Yüzüncü Yıl Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak
çalışmaya devam edeceğim. Gelecek için tasarılarım yok
diyebilirim. Bugüne kadar hep ummadığım, tasarlamadığım
güzelliklerle karşılaştım. Onun için yarına dair
gerçekten hiç bir planım yok. Ben plan yapmam, mevcut
işimi iyi yapmaya çalışırım. Çok değil ama düzenli ve
sürekli çalışmaya özen gösteririm. Son yıllardaki
çalışmalarımı Karakoyunlu, Akkoyunlu ve Safevî
egemenliğindeki coğrafyada Türk şiirinin mâcerası
üzerine yoğunlaştırdım. Okumalarım bu yönde. Umarım
tatmin edici sonuçlar, okunabilir metinler ortaya çıkar.
Bunun yanında bir de Çoruh nehrinin ve onun kollarının
şekillendirdiği coğrafyanın insanını, yani doğup
büyüdüğüm çevreyi Çoruh’un Çocukları başlıklı destansı
bir şiirle anlatmak istiyorum.
Sayın Macit, bize zaman ayırdığınız, görüş ve
düşüncelerinizi bizimle paylaştığınız için çok teşekkür
ederiz. Yalnız, sizden ayrılmadan önce yeni bir
şiirinizi dinlemek isteriz. Bize bir şiir lutfeder
misiniz?
Ben teşekkür ederim. En son şiirim Türk Edebiyatı’nın
Temmuz sayısında çıkmıştı. Lisedeyken bir kamyonumuz
vardı. Bu yüzden kamyonculara ayrı bir muhabbet
beslerim. Hatta Cahit Külebi’nin İstanbul şiirinin ilk
dizesiyle başlayan “Kamyonlar kavun taşır ve ben…”
başlıklı bir hikâye de bu muhabbetin sebebini de
anlatmıştım. Neyse ki şimdi kamyonculuğu küçük kardeşim
devam ettiriyor. Ona ithaf ettiğim şiirimi takdim
edeyim.
UZUN YOL ŞOFÖRÜ
-Ağa için-
Yıldızlar göz kırpıyor ziyade telâşlıyım,
Uğursuz bir gecenin içinden geçiyorum.
Sağ yanım dağ bozması oldukça iri kıyım,
Sol yanım baş döndüren amansız bir uçurum.
Her iş yol yordam ister, bir nebze de ustalık;
Yaşamak da öyledir, hatta hapşırmak bile…
Çoruh’un kıyısında nasıl yüzerse balık,
Uzun yol şoförü de öyle gider sahile…
Sahilden Erzurum’a tüm yollar ezberimde;
Bilirim memleketin düzünü, rampasını.
Yollara düşmek varmış meğerse kaderimde;
Yollarda ölenlerin tutarım ben yasını.
Yol boyu dinlediğim kahırlı türkülerle
Depreşir acılarım, sığmam koca dünyaya;
Yüreğim kabardıkça onulmaz bir kederle
Ayna tutarım ben de her gece dolunaya.
Ben gidersem şehirden tenhâlaşır ortalık;
Yolumu gözler anam, öyle sabırsız olur!
Sevmek için ölümü bekleyen kalabalık,
Yaşarken neden böyle hayın, hayırsız olur?