Divan
şiiri alanında çalışmalar yapmış ve bu alanda yayınları
olan edebiyat bilimci Muhsit Macit'e göre Divan şiiri
Anadolu topraklarında Türkçenin çiçeklenmesiydi...
Muhsit Macit bir edebiyat bilimci. Eski edebiyat
alanındaki çalışmalarının yanı sıra yeni edebiyatla da
yakından ilgili. Özellikle Divan şiiri alanında
çalışmalar yapmış ve bu alanda yayınları var.
Üniversitelerdeki çalışmalarla güncel edebiyat
çalışmaları ve etkinlikleri arasında bağ kuran bir yazar
olarak Muhsin Macit’le Divan şiirini ve çeşitli
boyutlarını kitapları özelinde konuştuk.
Asım Öz / TİMETÜRK
Divan şiiri nasıl bir şiirdi? Divan edebiyatının belli
başlı özelliklerini açıklamak istediğinizde ilk olarak
neler söylersiniz?
Divan şiiri, Anadolu topraklarında Türkçe’nin
çiçeklenmesiydi. Bu şiir tecrübesi büyük ölçüde Osmanlı
şairlerince bir geleneğe dönüştürüldü. Onun için divan
şiiri, bir imparatorluk dilinin, yani Osmanlı
Türkçesinin şiiriydi. İslam uygarlığı içinde Osmanlı
tecrübesinin estetik tasarımıydı. Kendi içinde tutarlı
ve sıkı bir nizamı vardı. İstikametini değiştirecek
hiçbir hamleye fırsat vermedi. Mısra zevkine ve
estetiğine bağlıydı. Çok katmanlı sufi öğretilerine
açıktı.
Divan şiirine ''Klasik Türk Şiiri'' de deniyor.
Yerleşmiş kavramların yerine farklı bir kavram önermek
ve bunun yerleşmesini beklemek pek olası değil. Divan
şiiri yerine (önerilen) Osmanlı şiiri kavramını nasıl
karşılıyorsunuz? Bu iki kavram arasında nasıl bir fark
var?
Divan şiiri kavramının kapsam alanı, önerilen veya
kullanılan diğer kavramlardan daha geniştir. Aynı
çağlarda Osmanlı coğrafyasının dışında İslam estetiğine
uygun diğer Türkçe eserleri de kapsar. Osmanlılardan
önce Anadolu beylikleri döneminde ve Osmanlı
coğrafyasının dışında yetiştiği halde divan şairi olarak
kabul edilen Nesimî, Kadı Burhanettin gibi ustaları
Osmanlı şiiri kavramının içine tam olarak oturtmak
mümkün değil. Dolayısıyla divan edebiyatı kavramının
kullanılmasını daha doğru ve tutarlı buluyorum.
Divan edebiyatının oluşma ve gelişmesinde, Arap ve İran
edebiyatlarının etkisi nedir?
Divan edebiyatının oluşumunda Arap edebiyatının doğrudan
etkisi yoktur. Fars edebiyatı aracılığıyla dolaylı bir
etkiden söz edilebilir. Fakat göz ardı edilmemesi
gereken bir durum var. Anadolu’da Türkçe edebiyatın ilk
temsilcileri genellikle Horasan-Maveraünnehir kökenli.
Bu coğrafya, uzun zaman Fars ve Türk topluluklarının
ortak yaşam alanı olmuştur. Dolayısıyla Fars ve Türk
kültür-sanatında ciddi geçişkenlikler var. Fars şiirinin
pek çok ustasının Türk kökenli olmasının sebebi budur.
Farslar, İslamiyeti kabul ettikten sonra önce Arapça
şiir söyleme çabasına giriyorlar. Yazdıkları metinlere
Farsça kelimeler, sonra mısralar serpiştirmek suretiyle
mülemmalar söylüyorlar. Aynı tecrübeyi Türkler, Fars
edebiyatıyla karşılaşınca yaşıyorlar. Anadolu’da bile
Selçuklular döneminde Türk şairleri Farsça şiir
söylemeyi devam ettiriyorlar. Selçuklu ve Beylikler
döneminde Anadolu ve İran coğrafyasında siyasal
egemenlik, Türklerin elinde olmasına rağmen entelektüel
oluşumların Fars dili çevresinde dönüp durduğu
bilinmektedir. Doğudan batıya gittikçe Fars dili ve
edebiyatının etkisi azalırken Türkçe, Osmanlıların
beylikten devlete geçişleriyle birlikte kültürel
egemenliğe erişir. Diğer taraftan iki dilli şairler, hem
Farsça hem de Türkçe şiirin zenginleşmesine katkıda
bulunurlar. Doğuya gittikçe Farsçanın, Batıya yöneldikçe
Türkçenin baskın olduğu görülür.
Osmanlı edebiyatında hamilik geleneğini ve bu geleneğe
ilişkin Türkçe literatürdeki tartışmaları sanat ve
siyaset ilişkisi açısından nasıl yorumlarsınız?
Osmanlı edebiyatında hâmilik [patronaj] ve nazire
geleneği, şairleri arasında usta-çırak ilişkisinin
süreklilik kazanmasında, edebî muhitlerin oluşumunda ve
divan şiirinin gelişip serpilmesinde etkili olmuştur.
Hâmilik geleneği ilk defa rahmetli hocam Halûk
İpekten’in Divan Edebiyatında Edebî Muhitler adlı
çalışmasında “muhit” kavramını ilgilendiren boyutuyla
incelenmişti. Şair tezkirelerindeki dağınık bilgilerin
derlenip değerlendirilmesiyle ortaya çıkan bu çalışma,
aynı konuda edebiyatçı gözüyle yazılan makalelerle
birlikte bazı sorunların yeniden düşünülmesine bir çağrı
niteliğindeydi. Özellikle Osmanlı edebiyatı uzmanlarının
16. yüzyıl şair tezkirelerindeki veriler ışığında
hamiler ve hamilik ettikleri şairler üzerine yaptıkları
çalışmalar ile değerli bilgin İsmail E. Erünsal’ın arşiv
vesikaları ve inamat defterleri konusundaki
araştırmaları konunun incelenmeye değer başka ipuçlarını
sundu. Modern Osmanlı tarihçiliğinin yüz akı Halil
İnalcık, Fuzulî’nin patron arayışıyla ilgili -daha önce
yayımladığı- makalesini temellendirdiği Şair ve Patron
adlı eserinde, bu konuyu sosyolojik bir çerçevede ele
aldı. Halil İnalcık’ın kitabının neşriyle birlikte konu
hakkında pek çok yazı yayımlandı. Bu yazıların çoğu
soruna yeni bir açılım getirmek iddiasından uzaktı.
Nihayet Halil İnalcık tarafından teorik çerçevesi
çizilen Osmanlı edebiyatında hamilik geleneğini Tûbâ
Işınsu Durmuş, Bilkent Üniversitesinde doktora tezi
olarak hazırladı. Daha sonra bu çalışmasını gözden
geçirip Fuzulî’den ödünç aldığı “Tutsan elini ben
fakîrin” başlığı altında kitaplaştırdı.
Osmanlı toplumunda Osman Gazi’den başlayarak Sultan
Reşad’a kadar hanedanın sanatçıları destekledikleri ya
da doğrudan üretime katıldıkları bilinmektedir. Bunda
hamilik sisteminin karşılıklı memnuniyete dayalı
işleyişe sahip olmasının etkisi vardır. Yönetici zümre
için sanatçıları korumak, kollamak geleneğin dayattığı
bir zorunluluktu. Aynı gelenek içinde şairlerin de
“terbiyet bulmak” ve “rağbet görmek” için sürekli hami
arayışında olduklarına dair pek çok rivayet
nakletmektedir. Şairlerin ürettikleri karşısında elde
etmek istedikleri ise “korunma, otorite ve prestij” gibi
maddiyattan çok daha değerli şeylerdir. Yani şöhret ve
itibardır.
İşte tam bu noktada hamilik sistemine hem geleneğin
içinden ve hem de dışından itirazlar yükselmiştir. Şair
tezkirelerinde, kendi kabiliyetine inandığı halde bir
türlü umduğu itibar ve şöhreti elde edemeyen divan
şairlerinin serzenişleri yankılanır. “Elinden tutacak”
bir hami bulamadığı için kabiliyetini âleme
duyuramadığına inanan bir şairin, hamilik sistemine
yönelik eleştirileri doğal olarak şöhret ve itibar
beklentisine dayanır. Sanatçının ulaştığı şöhret düzeyi
ile okur/izler çevrenin beklentileri arasındaki ilişkiyi
sanatsal yetenek dışında belirleyen başka etkenlerden
her daim söz edilebilir. Hamilik sistemine geleneğin
dışından gelen itirazlar ise himaye sahiplerinin caize
ve ihsanlarıyla şairleri dalkavuklaştırdığı iddiası
üzerinde yoğunlaşır. Bu itirazın sahipleri hami
bulamayan şairleri daha üstün tutma eğilimindedirler
Diğer yandan hamilik sistemini, “para karşılığında sanat
üretimi”ne indirgeyerek Osmanlı şairlerinin asla para
için şiir söylemeyecekleri iddiası çerçevesinde
eleştirenler vardır. Konu her daim
tartışmaya/tartışılmaya açıktır.
Kanuni Hicviyesi türünden saltanata itiraz eden Divan
şiiri örneklerinin sayısı mı az, yoksa bilinmiyor mu?
Bu tür itirazlar, divan edebiyatının bütünü göze
alındığında az tabii. Fakat itiraz edilen saltanat
sahibi, yani padişahtır. Padişah, Tanrı’nın yer
yüzündeki gölgesi [zıllullah-i fi’l-arz], yani
temsilcisidir. Mutlak otorite sahibi padişahların
çevresindeki en yüksek bürokratların en küçük hatalarını
canlarıyla ödediği bilinmektedir. Dolayısıyla eleştiri
okları saltanat sahiplerine çevrildiğinde şairler
oldukça örtülü ve ölçülü ifadeler kullanırlar. Mesela,
Yavuz Selim’in acımasızlığa varan ciddiyetini devrinin
şairleri oldukça ölçülü latifelerle yumuşatmaya
çalışırlar. Latifî’nin naklettiği şu ‘latife’ Sultan
Selim’in ‘yavuz’luğuna, çağdaşı olan şairlerin tam
kıvamında ironi kattıklarına işaret etmektedir.
Söylentiye göre dönemin diğer şairleri gibi padişaha
gazeller sunan Necmî, Sultan Selim’i bile tebessüm
ettirecek bir beyit söyler:
Rakîbin ölmesine çâre yoktur
Vezîr ola meğer Sultân Selîme
Bu beyit, rakiplerine bir yığın çirkin sıfatla ve kötü
adla seslenen o devrin şairlerinin beddua repertuarına
girer.
Yine de saltanat ve iktidar sahiplerine yönelik
eleştiriler, Osmanlı tarihi boyunca eksik olmamıştır.
Özellikle Rumelili şairlerin daha pervasız davrandıkları
bilinmektedir. Mesela Hayretî, şiirlerindeki müstehcen
ifadeler, geleneğin kalıpları içerisinde övmesi
gerektiği düşünülen kişilere yer yer savurduğu küfürler
ve genel ahlâk algılamasıyla izahı mümkün olmayan aşk ve
muhabbet konulu manzumeleriyle çizgi dışı bir şair
olduğunu her fırsatta sezdirmiştir.
Divan şiiri, Cumhuriyetli dönemi edebiyat kültürü
içinde, çoğu zaman dışarıda tutulmuş, bizden sayılmamış,
görmezden gelinmiş, küçümsenmiştir. Aradan geçen yıllar
içinde Divan şiirine dair bu yaklaşımlardan geriye ne
kalmıştır?
Divan şiirine ilk ve en ciddi eleştirileri yöneltenler,
o kültürün içinden gelen insanlardı. Bu, esasen divan
şiirinin bizatihi kendisiyle ilgili durum da değildi.
Türk toplumundaki Osmanlı imgesiyle ilgiliydi. Osmanlı
kültürüyle yetişen aydınlar batıyla yüz yüze gelince
kendi geleneklerini kıyasıya eleştirdiler. Öte yandan
geleceğiyle ilgili ince hesapları yüzünden geçmişe
sövmeyi marifet sayanları mı dersiniz, bir divanı baştan
sona okumadan uzman olanları mı dersiniz, değil ki şiir,
ömrü boyunca bir tek hikmetli söz söylememiş gösteri
budalalarını mı dersiniz bir sürü alık tarafından divan
şiiri taciz edilmiştir.
Divan edebiyatı etrafındaki tartışmalar, aslında
tarafların ideolojik beklenti ve taleplerini Osmanlı
merkezli verilerle dillendirmelerinde aracı niteliği
taşır. Bu aracılık görevi zaman zaman diğer sanat
dallarına yüklense de edebiyat ve musiki Osmanlıya
yüklenilen imaja göre tarafların konum belirlemesinde en
işlevsel sanat dalları olarak dikkati çeker. Böyle bir
ortamda klâsik Türk edebiyatının, bilhassa divan
şiirinin estetik kabuller çerçevesinde ele alınması,
aydınların görüşlerinden çok, gerçek sanat erbabının
sezişleri sâyesinde gerçekleşir. Yahya Kemâl’in “eski
şiirin rüzgârıyla” söyledikleri ile Ahmet Haşim’in
şiirlerinin dolaylı telkinlerinin bunda etkili olduğu
muhakkaktır. Yahya Kemâl’in şiir tecrübesi, modern Türk
şairlerinin geleneğe yönelmelerinde etkili olmuştur.
Divan şiirinin imkânlarını dönüştürme konusunda Yahya
Kemâl’in bu tecrübesi, modern Türk şairlerine model
oluşturmaktan ziyâde, onlara tam bir güven duygusu
aşılamıştır. Bilindiği gibi Yahya Kemâl eski şiirin
mecaz, mazmun ve istiârelerini kullanmak, divan
şairlerinden alıntılar yaparak veya onlara atıflarda
bulunarak gelenekten yararlanmak yerine, geleneği
yeniden üretmiştir. Onun eski şiiri modern bir çerçeve
içinde yeniden inşâ girişimi beğeniyle karşılanır ve
onun yöneliş süreci daha sonraki şairler tarafından da
yinelenir.
Peki Osmanlı’nın son yıllarında Namık Kemal’le başlayan
divan şiirine dönük ağır eleştirilerin değeri ve bağlamı
hakkında neler söylersiniz?
Osmanlı aydınlarının divan edebiyatına yönelik
eleştirilerini değişen uygarlık anlayışının bir
yansıması olarak görmek gerekir. Divan edebiyatına
yönelik derli toplu ilk eleştiriyi 1866’da Namık Kemal,
Tasvir-i Efkâr’da yayınlanan “Lisân-ı Osmânî’nin
Edebiyatı Hakkında Bazı Mülâhazâtı Şâmildir” başlıklı
makalesiyle yapar. Bu yazısındaki eleştirilerini
Mukaddime-i Celâl’de sürdürür. Tanzimat neslinden Ziya
Paşa “Şiir ve İnşâ” makalesiyle doğrudan, Şinasi ise
Fatin Tezkiresi’nin neşri münasebetiyle dolaylı olarak
benzer eleştirileri yineler. Daha sonraki yeni edebiyat
taraftarları da aynı yolu izleyerek eski şiiri
eleştirirler. Öne sürülen eleştirilerin yarattığı
tartışmaların şu noktalarda yoğunlaştığı görülür: Divan
edebiyatının hayal dünyası dar ve gerçekle ilgisizdir.
Konular beşerî duygu ve düşünceleri yansıtmaz. Sosyal
hayattan kopuktur. Kuralcı ve mazmuncudur;
başlangıcından bitimine kadar hep aynı şeyler
tekrarlanmıştır. Samimi değildir, câize edebiyatıdır.
Toplum ahlâkını bozucu niteliktedir. İran edebiyatının
taklididir. Dil ve işlenilen konular bakımından millî
değildir. Dinî ve dar bir edebiyattır.
Tanzimat yazarlarından sonra da kendine yeni bir yol ve
konum belirlemeye çalışan pek çok şairin ve hatta edebî
toplulukların divan edebiyatıyla hesaplaşma gereği
duyduğu bilinmektedir. Cumhuriyet döneminde divan
edebiyatı etrafındaki tartışmaların daha çok bir
uygarlık sorunu ekseninde devam ettiği görülür. Bir
bakıma gelenekselleşen ve Nâmık Kemâl’den beri
süreklilik kazanan bu tartışmaların çeşitlenmesinde,
Cumhuriyet döneminde eski/yeni, geleneksel/modern,
muhafazakâr/çağdaş, gerici/ilerici zıtlıkları üzerine
oturtulan ideolojik ayrışmalar oldukça elverişli bir
ortam yaratmıştır. Tartışmalar genellikle bu ideolojik
zeminde devam ederken kendilerini
yeni-modern-çağdaş-ilerici çizgide konumlandıran
aydınların sanat felsefesinin verileri doğrultusundaki
önerileriyle konu estetik kabullerin hatırlandığı bir
çizgiye çekilir. Diğer yandan klâsik Türk edebiyatı
alanında yapılan çalışmaların nicelik ve nitelik
açısından artışıyla orantılı olarak eski yargılar gözden
geçirilir.
Sabahattin Eyuboğlu, “Yeni Türk sanatkârı, yahut
Fren’ten Türk’e dönüş” (1938) yazısında şu yargıları öne
sürer: “Divan edebiyatımız, tıpkı halk edebiyatı gibi
bizim eski varlığımız, bilinçaltımız, yitmiş
cennetimizdir. (...) Divan edebiyatını ruhundan silip
süpürmüş olan bir Türk şairinin olgun eser vermesi
imkânsızdır.” Şunu sormak istiyorum: Modern Türk
şiirinde gelenekten yararlanma kavramı neyi ifade eder?
Bu şairlerin şiirlerine nasıl yansır?
Gelenekten yararlanma kavramı, aslında ülkemizde yaşanan
bilinç kopmasını, hafıza kaybını yeniden onarma
çabasıdır. Gelenekten yararlandığı söylenen şairlerin
eserlerine bakıldığında eski şiirin sesi, mısra estetiği
ve tasavvufun modern şairler için cazip taraflarının
olduğu görülür. Divan şiirinin dayandığı estetik
anlayış, mecaz ve mazmun sistemi ve hatta lügâti
kıyasıya eleştirilmiş olmasına rağmen sesi ve
dolayısıyla âhengi konusunda genellikle takdirkâr
ifadelerin kullanılmış olması dikkat çekicidir. Sizin de
belirttiğiniz gibi Eyuboğlu, Ataç, Tanpınar, Necatigil
gibi ustaların divan şiirine bakışları pek çok şairi
etkilemiştir. Günümüzde gelenekten yararlanma konusunda
yeni bir evreye geçilmiştir. Kitap-lık dergisinin 31-39
sayılarında yayımladığı divan şiiri örneklerinin, İlhan
Berk, Ülkü Tamer, Gülten Akın, Ebubekir Eroğlu, Seyhan
Erözçelik ve Enis Batur gibi ustalar tarafından “yeniden
söylenen gazeller”in yeni bir evreye geçişe işaret
ettiğini söyleyebilirim. Özellikle Ebubekir Eroğlu,
düzyazılarıyla ortaya koyduğu görüşlerini şiir tarzıyla
pekiştirmek suretiyle modern Türk şairlerinin divan
şiiriyle kurdukları ilişkiyi farklı bir evreye
taşımaktadır. Gelenekten Geleceğe-Modern Türk Şiirinde
Geleneğin İzleri adlı kitabımda divan şiirinin modern
şair ve yazarlara sundukları imkânlardan ayrıntılı
biçimde bahsetmiştim.
Gerek şiirde gerekse düşünce planında geleneğin keşfi
Batı üzerinden olmuştur diyebilir miyiz?
Doğrudur, diyebiliriz. Modern Türk şiirinde gelenekten
yararlanan şairlerin hemen tamamı Yahya Kemâl gibi daha
çocukken geleneksel kültür çevrelerinde aşina oldukları
eski şiirin sesine, Batı kültür ve sanatının
inceliklerini kavrayacak birikim ve donanımı edindikten
sonra yönelirler. Modern İngiliz şiirinin kurucusu olan
William Butler Yeats, Ezra Pound ve özellikle T. S.
Eliot gibi şairlerin kendi gelenekleriyle olan
ilişkileri modern Türk şairlerine referans olur.
Batıdaki sanat ve felsefe hareketlerini takip edebilecek
birikime sahip olan şairlerin, karşılaştıkları eserlerin
arkasında ayrıca Hıristiyan kültürünün yattığını
görmeleri onların divan şiirine ve İslam uygarlığına
yönelişlerine bir bakıma meşrûluk kazandırır. İşte tam
bu noktada gelenekten yararlanma sorunu gündeme
gelmektedir.
Genç şairler divan şiirinden nasıl yararlanabilirler?
Aslında bunun bir formülü yok. Divanları, mesnevileri
okumakla işe başlayabilirler. Gelenekten yararlandığını
söylediğimiz şairlerin büyük çoğunluğunun divan şiirine
ilgileri, ne yazık ki antolojilere giren gazellerle
sınırlı. Bu ilgi derinleşir, dil zevki gelişirse
gelenekle daha sağlıklı ilişkiler kurulabilir. Çünkü,
kültürün en önemli taşıyıcısı, siz de takdir edersiniz
ki dildir. Sürekli kopmalar olmadıkça dil, ait olduğu
toplumun hayatiyetini sürdüren kültür kodlarını geleceğe
taşır. Yenilik iddiası taşıyan her sanatkâr, kaçınılmaz
olarak geçmişle hesaplaşır. Yoksa yeniliği nasıl
anlaşılacak? Klasik edebiyat, geçmişimizin estetik
hafızasıdır. İşlevselliğini yitiren unsurlar elbette
unutulacaktır. Divan şiiri için de böyle olmuştur. Fakat
divan şiirinin kalıcılığını sağlayan çağrışım
zenginliği, söyleyiş güzelliği günümüzün şairlerinin de
dikkatini çekmektedir.
Kırklar Divanı neyin simgesidir?
Annemarie Schimmel’in Türkçe’ye çevrilen Sayıların
Esrarı adlı güzel bir kitabı var. Onda sayıların her
kültürde ifade ettikleri anlamlar üzerinde durulur.
Sayıların hemen her kültürde simgesel değerleri var.
Kırk sayısı da bizim dünyamızda simgesel anlamlar
yüklenmiştir. Divan şiirinde ricâlü’l-gayb olarak
bilinenler, Alevi-Bektaşi geleneğinde kırklar cemini
kuranlar kırk veya yedi kişidir. Divan kelimesi de çok
katmanlı anlam çerçevesine sahiptir. Dolayısıyla Kırk ve
divan sözcükleri, çağrışım zenginliklerine ve
şiirselliklerine itimat ettiğim sözcüklerdir. Onun için
yazdığım kırk denemeyi bu başlık altında bir araya
getirmeyi tercih ettim.
Bu divanda kimleri görürüz?
Bu divanda, Yunus Emre’den başlayarak Kadı Burhaneddin,
Nesimî, Kişveri, Kâsım-ı Envâr, Ruşenî, Hatayî [Şah
İsmail], Şeyh Bayezid, Şeyhî, Ahmed Paşa, Cafer Çelebi,
Akşemseddinzâde Hamdî, Necatî, Zatî, Usulî, Hayretî,
Hayalî, İshak Çelebi, Bakî, Nevî, Âgehî, Emrî, Mealî,
Kemal Paşazâde, Selimî [Yavuz Selim], Muhibbî [Kanunî
Süleyman], Şeyhülislam Yahya, Mezakî, Naili, Saib-i
Tebrizî, Nabî, Nedîm, Esad-ı Bağdadî, Hoca Neşet, Esrâr
Dede, Şeyh Galip, Yenişehirli Avnî, Nevres-i Kadîm,
İbrahim Hakkı, Seyyid Nigarî, Hızırağazâde Said ve
Nezihe Hanım gibi kırkın üzerinde şairi görürüz.
Divan şiirini incelerken/şerh ederken nasıl bir
yol/yöntem izliyorsunuz?
Doğrusu Ali Nihat Tarlan’ın şerh yöntemi üniversitelerde
izlenmektedir. Ben bu klasik şerh yöntemini Tarlan’ın
öğrencisi olan Halûk İpekten’den öğrendiğimde yüksek
lisans öğrencisiydim. Klasik şerh yöntemi bir metnin söz
varlığı, sözcüklerin birbiriyle olan ilişkisi üzerine
kuruludur. Diğer yandan modern eleştiri kuramlarını,
dilbilimsel eleştiri yöntemlerini öğrenmeye çalıştım.
Metin incelemeleri konusunda yapılmış kuramsal ve teorik
çalışmaları takip ediyorum. Dolayısıyla divan şiirini
incelerken teorik bilgilere boğmadan eski ve yeni
yöntemleri birlikte kullandığımı söyleyebilirim. Divan
Şiirinde Âhenk Unsurları adlı kitabım böyle bir
yaklaşımın ürünüdür, Kırklar Divanı da.
Victoria B. Holbrook, Walter Andrews vb çağdaş
yorumcuların divan şiirine yeni bir boyut kazandırdığını
düşünüyor musunuz?
Elbette. Özellikle Walter Andrews’un gazel çözümlemeleri
divan şiirinin hem daha iyi anlaşılmasına hem de diğer
bilim dallarıyla olan ilişkisine dair sağlıklı bir bakış
açısının oluşmasına katkı sağlamıştır. Ayrıca
toplumumuzda ne yazık ki her daim eksikliği hissedilen
batılı referans ihtiyacını da karşılamıştır. Modern
şairlerin batılı referanslarla geleneğe yönelmelerindeki
psikolojik etken, metin incelemesiyle uğraşan
akademisyenler için de geçerlidir.
Sizin Divan şairiniz/şairleriniz kim/ler/dir?
Bu sorunuz vesilesiyle Kırklar Divanı’nda en çok
Necatî’nin beyitlerini alıntıladığımı fark ettim. Demek
ki benim divan şairim Necatî’dir. Ben şiirde söyleyiş
güzelliğini önemsiyorum. Onun için Necatî’den sonra
benim divan şairim Nedîm’dir. Söyleyiş güzelliği
bakımından Nedîm’in şiiri mükemmeldir. Nesimî ve Fuzulî
ise çok lirik şairlerdir.
Divan şiiri alanında başka çalışmalarınız olacak mı?
Elbette. Necatî Divanı’nda “hançer” redifli bir kaside
var. Divan şiirinde “hançer”i, Necatî’nin kasidesi
bağlamında dilbilimci Lakoff’un metafor yorumuna uygun
olarak okuma çabasındayım. Ayrıca sufi şairlerden
İbrahim Gülşenî’yi bilirsiniz. Çok ilginç bir adam.
Diyarbakır’da doğup büyümüş, Tebriz’de gelişip
serpildikten sonra Kahire’de tekkesini kurup bir cazibe
merkezi oluşturmuş. Yaklaşık otuz beş şair ve
musikişinas sadece yol olarak değil şiirlerine kaynak
olarak da Gülşenîliğe bağlanmışlar. Bu sanatkârları
Gülşenî Bülbülleri başlığı altında tanıtmak için bir
çalışma yapıyorum. Sezai Karakoç’un “Gelin gülle
başlayalım şiire atalara uyarak” çağrısına iştirak
edeceğim. Yani şimdilik gündemimde “hançer” ve “gül”
var.